30 Eylül 2014 Salı

DÜŞÜ NE BİLİYORUM


Kimdi o kedi, zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine,
bana ve suçlarıma dolanan?
Gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık olana?
Yedi tül ardında yazgı uşağı,
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla birbirine
sevişirken,
iskeletin sevincini aklın yangınına
döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.
Yine de, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
düşler marketinin,
uyanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!


Nilgün MARMARA

28 Eylül 2014 Pazar

kalpli resim



Yağmurun sesi, yeni pişmiş poğaçanın kokusu, Van'dan gönderilen otlu peynirli kahvaltı masası vardı. Kadın sabah uyanmış okul dosyasını düzenliyordu, kızı ise oyuncak atlı karıncası ile oynuyordu. Annesine bir resim yapmıştı, onu verdi. Resmin adı kalpli resimdi, çok güzeldi.. Annesi ile sarıldılar birbirlerine. Orada sevginin derin hissedilen hali vardı..


Sonra yağmurun altında sınava yetişmeye çalışan gençler vardı. Eylüldü.. Kadın September isimli bir film buldu monoton, ağır bir filmdi. Oradaki köpeği çok sevdiler anne kız. Küçük kız, dün annesi ile aldığı bayramlığını dolabından çıkardı, yeniden denedi. Bir de evde küçük bir kızın bayram heyecanı vardı..

Dünyada bir nehir


Bir gece şu ormanın kıyısından 
Gizlice geçip gitmeliyim 
Kimseler bilmemeli, kimseler 
Şurda bir zaman benim de yaşadığımı. 
Arkamdan sade bir ağaç 
Bir ağaç, ertesi gün ancak:
"Dün gece, demeli, burdan bir nehir geçmiş". 
İş işte bu kadarla kapanmalı. 
Habersiz çıkıp gidişime üzülmemeli 
Bir işim çıktığını bilmeli 
Bilmeli ki bu dünyada 
Herkesin bir işi vardır 
Kimin çok kimin az çalıştığını ise 
Dünyada kimse bilmez . 
Hem, şimdi, şu anda beni 
Ağrı 'ya yakın bir yerde 
Bir yığın tohumun beklediğini 
Sanırım biriniz bilmez. 
Bir varsam yanlarına 
Kim bilir nasıl bayram edeceklerdir 

Bir de böyle düşünün. 
Biz ki hepimiz ayrı ayrı bekleniriz 
Kimimizi bir papatyadır bekleyen 
Kimimizi bir kavak ağacı. 
Keyfime göre yaşadığımı 
Hanginiz ileri sürebilir? 
Şu gökyüzünü doyasıya seyrettiğimi bilmem. 
Ama siz yine de, 
Böyle gece gündüz 

Akıp durduğuma bakmayın benim 
Benim de şüphesiz geçen hayatıma bakıp 
Tutulduğum olmuştur 
Ölümü düşündüğüm sizin gibi 
Böyle olacak olduktan sonra 
Niçin geldiğimi sormuşumdur 
Yani benim de Hitler, 
Benim de Mussolini kadar 
Yalnız kaldığım olmuştur dünyada. 
Ama ne çok şey var sevilecek 
Bize ölümü düşündürmeden 


Tutacak şu dünyada 
Dedim ya şu hepimizin üstündeki 
Gökyüzü var bir kere 
İnsanı tutup kolundan 
Yere çalıveren. 
Sonra belki büyük denizlerin 
Şaşkın balıklan vardır 
Ve nerede olursak olalım 
İnsanlar vardır belki evvela 
Belki de aynı hizada 
Sümüklüböcekler gibi yalnız 
Sümüklüböcekler gibi çıplak, kimsesiz. 
Ve nihayet ekilmemiş topraklar vardır 
Bizi düşünüp gelmiş 
Bizi ölümden alıkoyan. 
Şimdi belki anladınız 
Niçin durmadan akmak isterim. 
Niçin geçen hayatımdan çok 
Önümdeki günlerime bakarım 
Niçin ölemem.


İlhan Berk

27 Eylül 2014 Cumartesi

Sevmek zamanı



“Ben senin resmine değil de sana aşık olsaydım o zaman ne olacaktı? Belki bir kere bile bakmayacaktın yüzüme, belki de alay edecektin sevgimle… Hâlbuki resmin bana dostça bakıyor, iyilikle bakıyor ve ebediyen bakacak. Hayır! Benimle resminin arasına girme. İstemiyorum seni! Ben senin yalnız resmine âşığım.”


“Sen dostlukların, aşkların kolay mı kurulduğunu, kolay mı sürdürüldüğünü sanıyorsun?
Resminle aramda ne kadar uzun zamanlar geçti.
İlk karşılaşmamızı dün gibi hatırlarım.
Birden bana iyilikle, sevgiyle bakan bir yüz gördüm.
Elbiselerim eskiydi, kirliydim, sakallarım uzamıştı. İnanamadım…
O insanca bakışı bir daha göremem diye bir daha resme bakmaktan korkuyordum.
İkinci kere zorlukla baktım resmine.
Gene iyilik, gene sevgi vardı gözlerinde.”


Boyacı Halil / Sevmek Zamanı/ 1965




uykusu çok gözlere


"Sen bir insansın, insanlar arasında yaşamalısın
mükemmellik enderdir, bunu söylemek zorundayım
insanlar farklı cevherlerden yaratılmışlardır -
onlara tahammül et tıpkı onların sana tahammül ettiği gibi

ve Allah'ın huzurunda dur; görevinde titiz ol
başka insanların nasıl olduğu o kadar önemli değil"

Frithjof Schuon'un "Bilgelik Şiirleri'nden"




Adam fısıldadı:
''Allahım konuş benimle''.
Ve bir kuş cıvıldadı ağaçta.
Ama adam duymadı.
Sonra adam bağırdı:
''Allahım konuş benimle''.
Ve gökyüzünde bir şimşek çaktı.
Ama adam dinlemedi onu.
Adam etrafına bakındı ve,
''Allahım seni görmeme izin ver'' dedi.
Ve bir yıldız parladı gökyüzünde.
Ama adam farkına varmadı.
Ve yüksek sesle haykırdı:
''Allahım bana bir mucize göster''.
Ve bir bebek doğdu bir yerlerde.
Ama adam bunu bilemedi.
Sonra çaresizlik içinde sızlandı:
''Dokun bana Allahım ve burada olduğunu anlamamı sağla, ne olur!''
Bir kelebek kondu adamın omzuna.
Ve adam kelebeği, elinin tersiyle uzaklaştırdı...
Halil Cibran
(1931 Lübnan asıllı ressam, şair ve düşünür)

23 Eylül 2014 Salı

Doğa Tarihi - Hakan BIÇAKÇI


"Dünyanın kendi etrafında dönmediğini hissettiği an paniğe kapılıveriyordu Doğa. İçinde bulunduğu iş ortamı da bu paniği acımasızca köpürtüyordu. Hep merkezde olmalıydı. Hep farklı olmalıydı. Farkı fark edilmeliydi. Kalitesi gözle görülmeliydi. Kesintisiz olarak arzulanmalıydı. İştah, takdir ve kıskançlık dolu gözler hep üzerinde olmalıydı. Yıllar sonra sağda solda küçük adamların belirmeye başlaması da bu takıntının eseri olacaktı.

Doğa, 420 aylık bir bebekti. Pembemsi. Lacivert lensli. Ilık kokulu. Göğüslerine silikon yaptırsa mıydı? Site güvenliğinin yanından yavaşlayarak geçiyordu. “Etiniz nasıl pişsin Doğa Hanım?” Plazanın eksi yedinci katında yarı İngilizce yarı Türkçe PowerPoint sunumu yapıyordu. Cafe Jungle. Londra. Sepultura tişörtü. Elektronik sigara. Doğa’nın en sevdiği mevsim, yazdı. Facebook’ta yorumlar çook güzeldi. Doğa, “bomba gibiydi”. Alev olmasa, şu küçük kırışıklıklar, Onur ve diğer metal turnikeler..."


Hakan Bıçakçı'yı Ot Dergisi'ndeki öyküleri ile tanıyordum. İlk kez bir romanını okudum. Doğa, metropol bir şehirde yaşayan, otuz beş yaşında bir iş kadını. Hayatı plaza, site, avm üçgeninde geçen tek derdi fiziksel olarak daha güzel gözükmek olan bir kadının yolcuğu..

Punk kültürü ile geçmiş bir gençlik hayatının ardından yüksek platform ayakkabılarla, kadınsı kıyafetlerle iş dünyasında kendini ispat etmeye çalışan bir kadının güncesinden günümüz insanının gidişatına, modern tarihine nüfuz eden bir gerçek Doğa Tarihi. Doğa, sürekli dış görüntüsünün daha iyi olması için çabalıyor, iş hayatında en iyi olmak istiyor ve çocuk yaparsa vücudu deforme olur diye evliliği düşünemiyor. Onur adlı erkek arkadaşı ile sofistike havası olan Fransız lokantalarında yemekler yiyor, spor yapıyor. Sürekli değiştirdiği kız arkadaşları ile alış veriş yapıyor. Aynı anda yaşantısını facebook gibi sosyal medya ortamlarında paylaşıyor. Kafasında üç erkek var: biri ilk aşkı, diğeri konumu gereği tutunduğu erkek arkadaşı, ötekide bedensel olarak onu tatmin eden yasak aşkı. İlişkilerdeki yozluk, aile içi kopukluk ve mega kentlerin dışarıdan mutlu gözüken hayatlarına adeta bir ayna olmuş bu kitap. Bir nevi her alanda hep iyi, başarılı, güzel kalma baskısının bir insana yansımaları..

Yitirdiğimiz değerler, bozuk aile ilişkilerinin çocuğa psikolojik olarak yansıyan sonradan ortaya çıkan izleri, bağımlı olduğumuz, gerçek olmayan sosyal medya ortamlarında beğenilerle egolarımızı tatmin etmemiz, sıkıştırılmış zamanlarda ezbere yaşayışımızın oluşturduğu boşluklar, yarım kalan ilişkilerin neden olduğu arayışlar aslında günümüz plaza insanın güncel durumu. Kitap, bizi yoz gerçeklerle yüzleştirirken; dili ve sadeliğiyle hiç yormuyor. Akıcı ve gerçekçi...

14 Eylül 2014 Pazar

Akşama misafir var :)

Merhaba şekerler :)
Yarın okullar açılıyor. Tüm hazırlıklarımı yaptım. Gülce'nin okul listesini tamamladım, ütüleri bitirdim, öğrencilerim için ihtiyaç listesi hazırladım. Bu sene öğlenci olduğum için hafta içi yemeğe misafir almam zor oluyor diye bu akşam çok sevdiğimiz arkadaşlarımızı çağırmayı uygun gördüm.

Menümüz:
Önce mercimek çorbası. Ana yemeğimiz ise, yukarıda gördüğünüz çömlekte etli tava. En alta kuş başı şekilde doğranmış etleri yerleştiriyoruz, üstüne kabukları soyulmuş domates, üstüne yeşil biber, tuzlu suda bekletilmiş patlıcan, sarımsak ve en üste yeniden domates doğruyoruz, en üste zeytin yağı ve tuz ekliyoruz. Pişirim fırınına gönderiyoruz. Vaktiniz varsa ocakta da pişirebilirsiniz. Bu tarz kaplarda yemekler gerçekten lezzetli oluyor.


Ana yemeğin yanına zeytin yağlı taze barbunya, köri soslu tavuk baget, havuçlu pilav, kırmızı biber sarması ve patatesli börek. Barbunyanın genelde suyunu çektiriyorum. Üstüne bir daha zeytin yağı ve limon suyu gezdiriyorum. Tavuk bagetleri haşlıyorum, sonra köri sosu tavada iyice yediriyorum. Havuçları rendeleyip, az kızarttıktan sonra pirinçleri ve tavuk suyunu ilave ederek pilavı pişiriyorum. Börekte, patatesli harçtan hazırladığım buzluk böreği. Bunu çok yapıp buzluğa atıyorum acil misafir geldiğinde hemen çıkarıp pişiriyorum. Çıtır çıtır oluyor. Kırmızı biber sarması onu henüz yapmadım çünkü biberlerin közlenmesini bekliyorum. Çok güzel bir meze tarifi ayrı bir gün tarifini paylaşırım sizlerle :)

Bu fotoğraftaki de yaparken adı kakaolu ıslak kurabiye olan ama piştikten sonra çatlak ıslak kurabiye diye adlandırdığım kukilerim :) Çocuklu misafirlere genelde sevebilecekleri tatlılar yapıyorum. Görüntü kötü ama tadı fena değil.

Dilerim bu eğitim öğretim yılı tüm öğrencilere, öğretmenlere ve ebeveynlere kolay, huzurlu, mutlu gelir. Herkese güzel haftalar :)

13 Eylül 2014 Cumartesi

Yeryüzüne Dayanabilmek için - Tezer ÖZLÜ


yaşamımın akışını gözleyen bir yabancı olsaydım, 
yaşamımın hiç ile son bulacağını, korkunç, aralıksız bir kuşku 
ve yaratmak uğruna sürekli olarak kendine işkence etmekle boşa geçtiğini 
söyleyebilirdim. 
oysa kendi yaşamıma katılan olarak, umut ediyorum.

Yeryüzüne Dayanabilmek İçin, Tezer Özlü'nün yurt dışındayken Türkiye'deki dergilere 
yazdığı, dünya edebiyatı, sinema ve tiyatroyla kurduğu ilişkiyi kendi edebiyatı ile 
harmanladığı yazılardan oluşuyor.

Berlin Film Festivali'ne, tiyatro günlerine, Frankfurt Kitap Fuar'ına, Venedik Film Şenliği'ne dahil olan yazarın gözlemleri, düşünceleri ve yazmaya dönük içsel konuşmaları.. Ödül alan, almayan birçok filme dair yorumları, ünlü yönetmen Tarkovski ile yapılan röportaj, buna benzer bir çok yazar ve sanat insanı ile yapılan söyleşiler.. 

Kitaptan aldığım notlar:

Okunup araştırılacaklar:

Antonio Gramsci kitapları.
Rosa Luxembourg kitapları
Peter Weiss - Not Defterleri, Direnmenin Estetiği
Juan Rulfo - Pedro Paramo. Şiirleri de varmış.
Cesare Pavese - Yeni Ay
Djuna Barnes - Gecenin Uzantısı
Italo Svevo - Zeno'nun Bilinci 


İzlenecek Filmler:

- Arı Kovanı
- Metropolis
- Cennetten de Yabancı
- Veronika Voss'un Özlemi
- Sessiz Okyanus
- Kaos
- Venedik'te Ölüm
- Herkes kendi başına ve Tanrı herkese karşı
- Hakkari'de Bir Mevsim






11 Eylül 2014 Perşembe

Baharda Yine Geliriz - Barış BIÇAKÇI


İş yerlerinden yorgun argın çıkanlar, demir köprüleri zangır zangır titreten, hemzemin geçitlerde çanlar çaldıran trenlere bakarak düşlere dalar: Sevgiliye kavuşmalar, büyük yolculuklar, alıp başını gitmeler… Önce bozkır boyunca dümdüz, sonra yeşillikler içinde kıvrılarak… Ama işte düştür bütün bunlar ve belediye otobüsleri tıklım tıklımdır..

Barış Bıçakçı, kitapta yer alan kısa anlatılarla yaşadığımız anlık durumları, duygusal gel-gitleri ve içsel yolculukları sözcüklerle resmediyor. Okuyucuyu içine çektiği dünyayı olduğu gibi, dokunmadan ifade ediyor. Büyük bir anlar derlemesi diyebiliriz bu kitaba.

Tek bir cümleyle ya da tek bir fotoğraf karesi ile anlatılmak istenen bir durumu; samimi bir hava oluşturarak öyküleştirmeyi anlatıyor Bıçakçı. Hikaye aralarında şehir rehberi başlığı ile yazılan notlar hikayelerdeki duruma ait bir iç görü oluşturmada faydalı oluyor.

Kitapta, modern hayatın gidişatına ve büyük kentlerin insana ait yönlerini unutturan, onu esir alan monotonluğuna bir tavır alma söz konusu. Bu anlamda kitabın, insanın unuttuğu şeyleri anımsatan bir yönü var. Bunlar tabiki bezgin, yorgun bir hayatın keşmekeşliğinde unuttuğumuz insani duygularımız.

Duru bir  suyun içindekileri, bir öykü kıvamında yansıtmak bu olsa gerek..


"Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum," demişti o. Sonra da bana dönüp sormuştu: "İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?"

şehir rehberi

şehrin yüksek binalarından birine çıkıp aşağıya bakıyorum, her şehirde rastlanabilecek bir manzarayla karşılaşıyorum: yüzlerce insan, bazen birbirlerinin yolunu keserek oradan oraya gidip geliyor... ölümsüz gibi görünüyorlar. "nedir bu?" diye soruyorum kendi kendime, anlamlandırmak gerekiyor, "kâbus mu, şenlik mi?" arka arkaya bir sürü karşıt anlamlı sözcükler geçiyor aklımdan. eksilerle artıların birbirini götürmesi gibi kalabalığın da bir matematiği var. sıradanlık bu olmalı: bütün karşıtlar birbirini götürüyor. başka ne söyleyebilirim ki size?


9 Eylül 2014 Salı

Leylim Leylim..


Ne tuzsuz şeydi şu dünya be. Geldin, buldun, şenlendirdin, insan ettin beni. Yemeyip-içmeyip, yatmayıp-uyumayıp, seni anlatmalı bu yürek.” - Ahmet Arif

Kitap, büyük şair Ahmet Arif'in, Leyla Erbil'e gönderdiği mektuplardan oluşuyor. Bu mektupları, sürgündeyken körkütük bir aşkı kalbinde taşıyan Ahmet Arif, aşkına karşılık bulma umuduyla ya da o zor günlerde hayata tutunabilme güdüsüyle yazmıştır.
Leyla Hanım, bu mektuplaşmalarda dostluk sınırını çizmiş ve bu sınırı gün geçtikçe derinleştirmiştir. Ahmet Arif'in de bu konumu kabullendiği mektuplardan anlaşılıyor.

Önce bu mektupların yayınlanmasını istemiyor Leyla Hanım. Ancak belli bir vakit geçtikten sonra gerçeğe bağlılık amacı ve halkına inanmış, bunun için büyük bedeller ödemiş yeterince değeri bilinmemiş büyük şairin unutulmaması için yayınlanmasına karar veriyor.

Mektuplar, yazıldıkları dönemin entelektüel ve yayın ortamını, Ahmet Arif'in sürgün günlerini, yaşadığı siyasi baskıyı, içsel dünyasını ve en çok da yalnız kalan büyük aşkını tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.


Mektuplardan:
15 Mayıs 1954
Ankara
Leylâ, Canım,
Kayb, berbat ve sessizim… Sessiz ve dolu: Allahtan ki sen varsın. Yoksa halim korkunçtu. 
Burası bir köy! Yakınlarımın bütün ısrar ve gayretine rağmen, hemen anneme gideceğim. Pazartesiye trendeyim. Eve gidince senin mektubunu bulmalıyım. Anneme ilk sorum o olacak zaten.
Sen nasılsın ömrüm? Son telefonda canını sıktım mı? Ben artık annenden korkmuyorum. Aksine onu, kendi annemmiş gibi seviyorum. Buna ne dersin?
Hınca hınç mısra doluyum. Kara ve yeşil fon, hepsinde hâkim. Biraz kendime geleyim, mendillerine, bluzlarına, yastığına mısralar serpeyim. Ha?
Fotoğrafındaki “halbuki…”yi hâlâ anlayabilmiş değilim. Anlatır mısın?
Bütün bunlar, beyhude biliyorum. Şaheser olan, benim uçakla oraya gelebilmemdir. Allah kahretsin, bu hastalık, bu rezaletler ve bu aile mecburiyetleri… Ne yapsam?
Gözlerinden öperim canım. En çok da burnundan. Gülme, ciddi söylüyorum. 
Yarı parçan.”

“Canım benim,
Bilir misin, ‘canım’ dediğimde içimden canımın çıkıp sana koştuğunu duyarım hep.”

“Öpüyorum ama doyamıyorum. Mutluluk ya da cehennem bu galiba. Sana doymak, korkunç ahmaklık olur. Hadi gel …”

“Seni cehennem bir hasretle öperim.”

8 Eylül 2014 Pazartesi

onlara..


İki çocuğun bu hali o kadar sevimli ve güzeldi ki, buz parçaları neşe ile dans etmeye başladılar ve böylece Kay'a bir çift yeni patenle birlikte hürriyeti ve dünyayı verecek olan ebediyet kelimesini kendiliklerinden yazdılar...

                                                                           Karlar Kraliçesi, Andersen

7 Eylül 2014 Pazar

Kule Canbazı - Sunay AKIN


"İkinci Dünya Savaşı öncesinde, çocukları da görürüz bowling salonlarında: ama onlar, oynamak yerine kukaların yanında durmaktaydılar. Görevleri, devrilen kukaları dizmekti. 1946 yılında, otomatik dizme makinesi yapılana kadar kukalar, "pinboy" adlı çocuklar tarafından hazırlanırdı yeni atışa.
Çocuklar, dizdikleri kukaların üstünde bulunan sıraya oturduklarında, ayaklarının altından geçiyordu atılan toplar...
Her şey, savaş günlerinde olduğu gibiydi yani...
Büyükler kazanmak hırsıyla atış yaparken, küçük ayakların altında devriliyordu yaşam...
Ve çocuklara her seferinde, yıkılanları yapmak, yaşamı yeniden ayağa kaldırmak düşüyordu!"


Paris'teki Louvre Müzesi'nde sergilenen Roma askerlerinden, Londra'daki Kraliçeler Müzesi'ndeki boncuklu Türk askerlerine oradan İstanbul Beyoğlu'ndaki Hacopulo Pasajı'ndaki kırık oyuncakların onarıldığı Kuklalar Hastanesi'ne uzanan bir yolculuk.. Kitap, otuz beş başlıktan oluşan, fotoğraflarla zenginleştirilmiş otuz beş ayrı dünya gibi..

Kitapta oyuncakların insan ruhunun masumiyetini yitirmemesi adına çok önemli bir işlevi olduğu vurgulanmakta ve günümüz teknolojisinde özellikle oyuncak sektörüne hakim olan plastiğin olumsuzluklarına değinilmektedir. Olaylar, tarihten koparılmış küçük hikayelerle, önemli, şaşırtıcı bilgilerle, şiirlerle bezenmiş tatlı Sunay Akın üslubu ile aktarılmıştır.

Fırıldak, tel dolap, canbaz, hacıyatmaz, sipsi düdük, kamış zurna, hareketli leylek, kayıklar.. Bu oyuncakların hepsini küçük bir el arabasına yüklemiş Akın'dan, kıssadan hisselerle ve duygularla bütünleşmiş nice güzel oyuncak hikayesi..

"Oyuncaklarla oynamayan, onların büyülü dünyasından uzaklaşan bir insan asla şair olamaz; ''şiir'' adını verdiği dizeleri alt alta kurabilir, ama onların arasından bir şair asla göz kırpmaz okura. Şair yüreği  ancak oyuncakların  koruduğu bir ortamda büyüyebilir. Oyuncaklar, muhafızıdır şairin. Bana inanmayanlar, Pablo Neruda'ya kulak versinler:
''Evimde iril ufaklı bir sürü oyuncak bulundururum, oyuncaksız yaşayamadım. Oyuncakla oynamayan bir çocuk, çocuk sayılmaz; fakat oynamayan bir insan çocuk yanını ömrü boyunca yitirmiş olur ve bunun yoksulluğunu çeker. Ben evimi bir oyuncak gibi yaptım ve bu evle sabahtan gece yarılarına kadar oynadım."


3 Eylül 2014 Çarşamba

Neal Cassady


Biliyor musun, aslında her şey başladığı yerde biter ve bir bitki biter oracıkta. Benim bitkim küçük kısır bir zeytin ağacıdır. Güneye doğru yola çıktığımda hep yolumu kesen ve yollarda tüm kasvetimi bir paket sigaraya kurban eden küçük kısır bir zeytin ağacı. Bir gün bir bahçem olacak ve zeytin ağaçları yetiştireceğim. Bir gün bir bahçem olacak ve kurtulacağım tüm lanet arka bahçelerden. İnsan olacağım. Sevgili, koca ya da metres olmayı bırakıp; bırakıp araba yıkamayı, bulaşıkçılığı, dost olmayı, insan olacağım. Kimseye yer ayırmıyorum bahçemde, yalnız ve mutsuz olacağım. Gittiğim güne dek hayatın beyin damarlarındaki bir hava kabarcığı olacağım. Bir gün patlayacağım ve her şey sona erecek. Ne güzel, değil mi? Hala hayal kurabiliyor olmak, bekar olmak, her gün kansere, aids’e ve tüm illetlere biraz daha yakın olmak ne güzel. İstersen cevap da verebilirsin, ya da en iyisi sus biraz. Çünkü hep ben konuşmalıyım ki gerçek gibi dursun tüm bunlar. Sahi, bunca ifrit gerçek olabilir mi?

Eski günlerdeki kadar karanlık olabilseydim umursardım bana vereceğin cevabı; şimdilerde hiç olmadığım kadar net’im, her şey o kadar belirgin ki kimsenin düşünceleri beni ilgilendirmiyor.

Neyse, bizi nasıl olsa anlamayacaklar dostum. Ardımda hamile bir sevgilim olsaydı yinede düşerdim yola ama kafamda bunca acı varken kıpırdayamıyorum bile. Ardımda mutlu bir an bıraksaydım yinede düşerdim yola ama içimde bunca kirli yalnızlık varken kıpırdayamıyorum bile. Ardımda bir ceset bırakabilecek olsaydım yinede düşerdim yola ama kendi cesedimi sırtımda taşıyorken kıpırdayamıyorum bile. Bir bira daha söyle de susalım biraz, ki azıcık da gece konuşsun.


Lanet olsun mu derdin en çok yoksa Allah belanı versin mi? Sanırım ben bu iki kelimeyi de bakire bir kızın dokunulmazlığı olarak görüyorum ve sen böylesine küfürbaz olabildiğin için imreniyorum sana. Bu kadarı yetebilirdi belki ama ben ağlamak istiyorum yinede. 

Fernando Pessoa



Tanımaya başlıyorum kendimi. Ben yokum.
Olmak istediğimle başkalarının gözündeki ben..
Arasındaki boşluğum ben.
Ya da o boşluğun yarısı , 
çünkü orada da hayat var..
Sonunda ben oyum işte.
Işığı söndür, kapıyı kapa, son ver koridorda
Terliklerini sürüklemeye.
Rahat bırakın beni odamda tek başıma..
Aşağılık bir yer bu dünya.
(1933)